31 Ağustos 2018 Cuma

“"ABLA”YA GÖRE HAL VE GİDİŞ 32



Bir önceki, “Abla”ya Göre Hal ve Gidiş 31’de, “insanlardan korktuğunu” anlatırken bunun, Aile Dizimi’nde ortaya çıkan, 4,5 yaşında uğrayıp hiçbir şey hatırlamadığı “taciz” ile ilgili olabileceği bilgisi vermediğinden, söz konusu korkunun temelsizliğini fark ettiğinde “abla” gündelik diğer korkular üzerine düşünür:  Ona göre en önemlisi, yemeğimizden korkmamız.


Gün geçmez ki “Şu nedenlerle, bunu yemeyin!”, “Bunları yiyorsanız şu hastalıklara hazır olun!”, “Aman ha, şunu şöyle pişirmeyin, bunu da böyle tüketmeyin!” konulu bir mesaj postasına düşmesin. İşin kötüsü çoğu, “Peki, onun, bunun, şunun yerine ne yemeliyiz?” sorusu karşısında ketumdur; dışında kalanların bazısı ise orta halli bir üniversite tezi hacminde metin okumayı gerektiren önerilerde bulunurlar.


Tokatlı ahbaplarının aktardığı, yöre halkının huysuz insanlar için kullandığı “Bırak şu tuzsuz adamı!” sözleri, “abla”nın aklında yer eder. İnsan bedeninin tüm sıvıları tuzluyken tuz, beynin çalışma sürecinin olmazsa olmazı şeker yasaktır: Tuzun şekerin değil, rafine işlemi sürecinde, özellikle tuzun barındırdığı minerallerin bilmem kaçta kaçının, mikroskobik cam partiküllerine dönüşüp kılcal damarların iç dokusunu çizerek, saptanması zor kanamalara neden olduğunda, damar içyapısını destekten sorumlu kolesterolün koşup oraya yığınak yapmasıyla yükseldiğini öğreneli içi rahat.


Bu amansız takipten yılıp “bilinçli tüketici profili”ni çoktan terk etmiş “abla”, yiyeceği için alışveriş ederken “canım ne istiyor” kriterine başvurur. Tezgâhlar önünden yavaşça geçerken içeri sorar; bilir ki bedeni, sağlık sistemi, yüksek benliği ona, yediğinden zarar görmeksizin ne yemesi gerektiği, konusunda rehberlik edecektir.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Senbilirsinabla beğendiği üç kitaptan hiç yorumsuz birkaç paragraf aktarır:

İnsanın Anlam Arayışı; Okuyan Us, 25. basım Ekim 2015, yazan Viktor E. Frankl
Sayfa 82'den: "Bir insanın kendi kaderini ve içerdiği onca acıyı kabul ediş yolu, kendi davasını seçiş yolu, ona, en ağır koşullar altında bile, yaşamına daha derin bir anlam katma fırsatı verir. Yaşam yiğitçe, onurlu ve özgecil olabilir. Ya da bu şiddetli kendini koruma kavgasında kişi, kendi insan onurunu unutup bir hayvan düzeyine inebilir. Burada, insanın, zor bir durumun sunduğu ahlaki değerlere ulaşma fırsatlarından yararlanma ya da vazgeçme arasındaki seçimi yatmaktadır. Bu da o insanın acılarına değip değmediğini belirler."
 
Sayfa 127'den: "Açık bir örnek vermeme izin verin: Bir keresinde, pratisyen hekim olarak çalışan yaşlı birisi yaşadığı ağır depresyon nedeniyle bana geldi. İki yıl önce ölen ve her şeyden çok sevdiği karısını kaybetmeye alışamamıştı. Ona nasıl yardım edebilirdim? Ona ne söyleyebilirdim? Bir şey söylemekten kaçındım, ancak onu şu soruyla karşı karşıya getirdim: "Sen ondan önce ölseydin ve karın seni yaşatmak zorunda olsaydı ne olurdu Doktor?" "Ah!" diye karşılık verdi, "Bu onun için korkunç olurdu; ne kadar acı çekerdi!" Bunun üzerine "Görüyorsunuz ya Doktor, onu bu acıdan kurtaran sizsiniz; elbette bunun bedeli de şimdi sizin onu yaşatmak ve yasını tutmak zorunda olmanız," dedim. Tek kelime etmeksizin elimi sıktı ve büromdan ayrıldı. Her nasılsa acı, bir özverinin anlamı gibi bir anlam bulduğu anda acı olmaktan çıkıyor."
 
Tanrı Daima Tebdil-i Kıyafet Gezer; Pegasus Yayıncılık, 3. basım Temmuz 2012, yazan Laurent Gounelle:
Sayfa 44'ten: "Sonra, insanların beklentilerine ille de uygun olmamayı kabul etmen, her zaman onların ölçütlerine, değerlerine uyum sağlamaman, farklılığını sergilemeye cesaret etmen, hatta rahatsız ettiğinde bile bunu yapabilmen gerekecek. Kısacası, başkalarına vermeyi arzuladığın imgeyi boş ver gitsin, senin hakkında ne düşündüklerini dert etmemeyi öğren.”
 
“Kendi farklılıklarını tamamen üstlendiğinde, o zaman başkalarının farklılığına da eğilebilir ve gerektiğinde kendini buna uyarlayabilirsin. Böylece daha iyi iletişim kurmayı, tanımadığın kişilerle temasa geçmeyi ve bir güven ilişkisi kurmayı, senin gibi davranmayan kişiler tarafından kabul edilmeyi öğrenirsin. Ama öncelikle seni biricik kılan şeyi kabul etmelisin, yoksa başka insanlara yaranmak adına kaybolmaya devam edeceksin.”
 
Ay Zalim Bir Sevgilidir, İthaki Yayıncılık, Bilimkurgu Klasikleri, 1. baskı Nisan 2017, yazan Robert A. Heinlein:
Sayfa 401'den: "Fazla kalmadım – kalamadım; yapılacak işler vardı. Milla’yı sadece bir veda öpücüğü verecek kadar görebildim. Odasında yatıyordu, sadece uyuyor gibiydi. Sonra yükü almak için gitmeden önce sevdiklerimle bir süre oturdum. O güne kadar Mimi’nin aslında ne kadar yaşlı olduğunu hiç fark etmemiştim. Elbette birçok ölüm görmüştü, bazıları kendi soyundan gelenlerdi. Ama ufak Milla’nın ölümü ona ağır gelmiş gibiydi. Ludmilla özeldi –Mimi’nin torunuydu, ama büyük bir istisna ve onun müdahalesi sayesinde büyük bir istisna olarak eş-karısıydı da, en büyük ve en küçük.
Bütün Aykırılar gibi, biz de ölümüzü muhafaza ederiz –o vahşi gömü ayininin Dünya’da kalmasından çok memnunum; bizim yolumuz daha iyi. Ama Davis ailesi imalatçıdan çıkanı ticarî çiftlik tünellerine geri koymaz. Hayır. Küçük sera tünellerimize girer, yumuşakça şarkı söyleyen arıların arasında güllere ve nergislere ve şakayıklara dönüşsün diye. Geleneklerimiz Kara Jack Davis’in hala orada olduğunu söyler, ya da nice, nice, nice seneler boyunca açan çiçeklerden sonra hangi atomu kaldıysa onun.
Mutlu bir yerdir, güzel bir yerdir.”…

28 Ekim 2014 Salı

“Abla”nın, bilgeliğin izini sürerken sinemadan izler yakaladığı üç kitap: Şairin Romanı, Sevdalım Hayat, Tasavvufi, Batini, Ezoterik Öğretilere Göre Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi.


Metis Yayınları, 2011, Murathan Mungan, Şairin Romanı, s.509’dan: “…Nasıl kadim taşlar yüzyıllardan beri yerkürede olup bitenlerin kaydını tutuyorsa, tılsımlı Toteh kristalleri de insanların kişisel kayıtlarını tutar, onların duygularını, düşüncelerini, anılarını, hayallerini saklardı. Her kristal sahibiyle algısal ilişkiye geçtiği için, kendisine bir başkasının dokunması halinde bu algı bulanır, kirlenir, hatta kimi zaman hasara uğradığı olurdu. Onu arada bir zamanın tozundan, kötü hatıraların biriktirdiklerinden temizlemek gerekir; bunun için belli aralarla yanardağ külleriyle ovulup, açık denizlerin tuzlu suyuyla yıkanıp, ay ışığından geçirilerek arındırılırdı…”

Kristallerin, akaşik kayıtları –Levh-i Mahfuz- sakladığını fikrine pek aşina “abla”ya, kitaptaki kar kızağı Roasanayma, Orson Welles’in 1941 yapımı filmi Yurttaş Kane’den bir başka kızağı Rosebud’ı; muhteşem rüya terbiyecileri bölümündeki detaylar ise Steven Spielberg’in, -Philip K. Dick’in kısa öyküsünden uyarlanmış- çok beğendiği, 2002 yapımı Azınlık Raporu’nu hatırlatır.

Remzi Kitabevi, 2007, Ömer Zülfü Livaneli, Sevdalım Hayat, s.253’ten: “…Türkân Şoray’ın önerisi bir karar almama neden oldu. Evet, film yapacaktım. O güne kadar filmlerine müzik yaptığım yönetmenlerle hep çatışmıştık. Gerek Helma Sanders gibi yabancı yönetmenlerin, gerekse çalıştığım Türk yönetmenlerden bazılarının aşırı duygusallığa bir eğilimi vardı. Bazı sahneler bana çok melodramatik ve ağdalı geliyordu. Bu sahneleri müzikle daha da duygusal hale getirmek istiyorlardı. Oysa ben böyle ‘melo’ sahneleri ters bir müzikle kırma ve yabancılaştırma eğilimindeydim. Bu noktada yönetmenlerle çatışma çıkıyordu. Kendi filmimi yapmak ve istediğim yoruma ulaşmak çok çekici bir şeydi.

Müzikte edebiyatta ve filmde deyim yerindeyse ‘mesafeli’ bir anlatımı yeğliyordum. Bilinçli bir karar değildi bu. Yapım böyleydi; daha doğrusu içimden bu geliyordu. Günlük yaşamda bile, abartılı hareket eden birini gördüm mü onun yerine beni bir utanç kaplıyordu. Şarkılarım duyarlıydı ama hiç birinde hıçkırıklı bir acı ya da göbek atan bir sevinç yoktu. Bir buzdağının ucu gibi, o duyguya ait alçakgönüllü ipuçları vermeyi yeğliyordum. Ötesi kişinin çağrışımlarına kalmıştı…”

Derin saygıyla okurken, aynı zamanda yaşamış olmaktan onur duyduğu, sinemada müzik kullanımına ise yerden göğe katıldığı bu muhteşem insanın son satırları, “abla”ya göre gerçek bir bilge oluşunun kanıtıdır: “…Sonunda “ben” dediğim varlığın, kozmik sonsuzlukta bir an yanıp sönen bir ateşböceği bile olmadığını öğrendim.”

2005, ABD yapımı Constantine’de Keanu Reeves bir sahnede, kendisine kapıyı açana “kiizmet!” diyerek bir açıklama yapar; cümlenin gelişinden anlaşılır ki kısmet sözcüğü, içeriği bu kültürde hiç anlaşılamamıştır. Sınır Ötesi Yayınları, Ergun Candan, Tasavvufi, Batini, Ezoterik Öğretilere Göre Kur'an-ı Kerim'in Gizli Öğretisi s. 490’dan: "Kısmet sözcüğünü biraz açmak istiyorum… Batı dilinde kısmet sözcüğüne rastlanmaz. Tevrat ve İncil'de de böyle bir kavram bulunmaz. Sadece şans vardır. Şans başka bir şey, bir işin kısmet olması başka bir şeydir. Kısmette çok şuurlu bir hareket söz konusudur... Sizin gidişinizin liyakatine göre bir karşılığı size veriyorlar manası vardır. O sizin dışınızda gerçekleşen bir olaydır ama içinde sizin çabalarınızın ve niyetinizin karşılığı bulunmaktadır. Yani kısmet sizin ayağınıza kadar getiriliyor ama sizin çabalarınızın sonucunda uzatılan bir yardım eli gibi…

Kısmet meselesi tamamen kozmik bir himaye ve rehberlik mekanizmasının bir fonksiyonundan ibarettir. Birçok üstün zekânın, yüksek seviyeli, gelişmiş varlığın, yaşam planımızın içindeki hedeflerimize ulaşabilmemiz için gösterdiğimiz çabalara paralel bir yardım mekanizması tarzında çalışır. 

Kısmetli olmak demek himaye altında bulunmak demektir. Ama bu himayeyi hak etmek şarttır. Oturduğumuz yerde bir himaye altına girebilmemiz mümkün olamamaktadır…"

 

Doğan Kitap yayını, Jean-Christophe Grange, Kaiken: s.126; “…Etrafındaki rıhtım boştu. Su simsiyahtı. Arada bir, asla yakalayamayacakları umutsuz bir şeyin, sonsuz gençlik hayalinin peşinde koşan joggingciler geçiyordu…”

s.153; “…Passan oğluna yeni baştan çalmasını söyleyecekti ki çocuğun ayaklarının yere değmediğini fark etti. Bu tek bir ayrıntı bile çocuğun kırılganlığını –ve mücadelenin eşitsizliğini- göstermeye yeterliydi…”

s.220; “…Aslında etraf, penceresiz bina cepheleriyle, apartman avlularıyla ve bir bahçıvanlık fuarının stantları kadar ürkütücü küçük bahçeleriyle doluydu…”

s.239; “…-1970’li yıllarda Stevie Wonder bir basın toplantısı düzenlemiş. Toplantıya katılan gazetecilerden biri ona, kör olarak doğduğu için üzgün olup olmadığını sormuş. Stevie Wonder kısa bir duraksamadan sonra cevap vermiş: “Çok daha kötüsü de olabilirdi. Siyah olarak da doğabilirdim.”…”

s.335; “…Tepelerinde ise, bir balık ağı gibi Tokyo göğünü karelere bölen kablolar ve elektrik telleri vardı. Uzun süre bu ileri teknoloji cennetinin enerji ve iletim konusunda neden Uzak Batı evresinde kaldığını ve elektrik direkleri kullandığını düşünmüştü. Cevabı çok basitti: Deprem ülkesinde, kabloları yeraltına indirmek ve en ufak bir sarsıntıda kısa devre riskini göze almak söz konusu olamazdı…”

s.364; “…Sorun, bu noktaya neden gelindiği. İbranilerin On Emir’i gibi, Japonların da bu eski kuralları neden benimsediği. Çünkü bu bizim içimizde Olivier-san. Yüzyıllardan beri. Oldum olası. Bizleri genlerle belirlenmiş bedenler dünyaya getirir, ama çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”

 

…sonsuz gençlik hayalinin peşinden koşmak, ayakların yere değmemesindeki eşitsizlik anlatımındaki derinlikli gözlem ile bahçıvanlık standı benzeri bahçeler ve Stevie Wonder’ın yanıtındaki mizah, Jean-Christophe Grange’ı, “abla”nın polisiye yazarlar listesinin başlarına taşır. Hatta Japonya gezisinden bu yana aklını kurcalayan soruya, s.335’te, -“…Hanım rehberin "Kobe'de elektrik telleri, ana arter dışında, ara sokaklarda makarna gibi sallanır" diyerek dikkat çektiği, "abla" grubunun "çatılara üç beş maymun poposu eklesek Hindistan'da gördüğümüzün aynı olacak" dediği manzara, Japonların, mimaride, alt yapı teknolojisinde Dünya'daki yerlerine bakıldığında anlaşılması zor bir durum…”- gayet doyurucu bir yanıt alır.

İçerdiği konuda detaylı bilgi de veren kitapları yanı sıra, izlemiş olduğu Kızıl Nehirler ile gayet ezoterik Taş Meclisi filmine hayran kaldığı Grange’ı “abla” gözünde bilgelik mertebesine yükselten ise s.364’teki paragrafın son sözleri: “…ama çok daha derine inersek düşüncelerden yaratılırız…”

2 Ocak 2014 Perşembe

"Abla", geride kalırken, Yeni Dünya'nın Birinci Yılı 2013'ün, kendince kısa bir değerlendirmesini yapar.

Gezi yazıları dışında hemen hiç yazmamışken, bir de, "tek satır iletişimi" dediği sosyal medyaya kaptırdığı okurları için sızlanan "abla", Ezoteriklerin, Yeni Dünya'nın İkinci Yılı diye adlandırdıkları 2014 başında, Yeni Dünya'nın Birinci Yılı 2013'ün, becerebildiğince kısa bir değerlendirmesini yapmaya niyetlenir:

Kızının doğumu sonrasında, oradan öteye yol olmayabileceği ihtimaliyle hiç plan yapmadığı otuz yıl öncesindeki gibi, Mayaların "Zamanların Sonu" dedikleri 21 Aralık 2012 sonrasına da iş bırakmayan "abla", Aralık başında bir gün, kıyamet/tufan provası yağmur eşliğinde Kuzey Ege'deki evinden ayrılır, az bir eşya ile, adının kökeninin -çapa anlamına Anchor, Ancyra, Anküra- vaadine sığınıp Ankara'ya göçer. 

Mısırlı bilge bir rahibin, öğrencisi Yunanlı filozofa söylediği,"Dünya, sizin Nuh Tufanı diye bildiğinizin, onlarcasına sahne oldu" sözleri uyarınca suların karalarla yer değiştireceği türü söylemleri çok ciddiye almasa da "bir ihtimal, ama bir ihtimal!" diyerek ortanca kız kardeşinin AŞTİ terminali yakınındaki evine, yeni bir Dünya umuduyla giren "abla" ne görsün!? Söz konusu su baskınının, üst kattaki dairenin banyosundan gelen sızıntı biçimindeki alçak gönüllü demosu evi çoktan mağaraya çevirmiş; 10 yıldan bu yana çok az kalınan evin parkeleri kabarıp dağılmış, sağlam olanları tahta kurtlarını beslemiş, kapılar şeklini yitirmiş, tavanın bir kısmı ufalanıp antreye yağmış! Küçük odalardan birinde kuru bir köşede hayatını sürdürebileceğini sandığı ablasının, pek sert "burada kalmayı hakaret addederim!" çıkışı üzerine bir koşu terminale gidip dönüş bileti alan ortanca ile akşam saatleri yola çıkan "abla", neye niyet neye kısmet, gece, İstanbul'da kızının evindeki yatağında uykuya varır. 

Her ne kadar söz konusu "kıyamet"in, namazdaki "kıyam", yani ayağa kalkmak, dahası "bilincin yükselişi" anlamına geldiğini bilse de, "abla"nın aklının bir köşesi 2012 sonunda, kış başlangıcı gün dönümünde, Dünya Ana/Gaia'nın kısmen de olsa, sonuncusunu yaklaşık on bin yıl önce deneyimlediği tufan benzeri bir silkinişe tanık olacağı düşüncesiyle pusludur.

2012 Aralık'ının 20. günü, karın beyaza boyadığı Balık Pazarı'nda kaya kaykıla vardığı Cumhuriyet İşkembe Salonu'nda tuzlamasını içip beyin salatasını beklerken başı üzerinde asılı TV'den "abla"nın naklen öğrendiği, Şirince'de kurtarılmak üzre bekleyen kalabalık beklenenin çok altında ve devlet erkanınca yapılan açıklamalara bakılırsa, dünyalık beklentisi içindeki esnaf da sıkı kontrol altındadır. Kaynağı belirsiz, birileri tarafından kurtarılma fikri "abla"ya tanıdık gelse de, gönlü çoktandır, herkesin ancak kendi kendini kurtarabileceği düşüncesinden yanadır.

21 Aralık 2012 sabaha karşı uykusu seyrelen "abla" alacakaranlığa kulak verir: Apartmanlar üzerinden teklemeden geçen uçakların rutin seslerini, adam boyu olduğu kuşkusuz hoparlörden patlayan sabah ezanı izler, belli ki her şey yolundadır; yine de salonda damatla, hafiften dalga geçerek de olsa durum değerlendirmesi yaparken, alışageldikleri Dünya'nın halâ ardında olup olmadığını kestiremedikleri perdeyi açmakta acele etmezler. Sonraları, ertelendikçe korku ve kaygıyla beslenen kısmi doğal felaketler için yeni tarihler ortaya atılırsa da, içeriği belli mailleri artık okumadan silmeye başlamış "abla"nın, Kryon metinlerinden aklında kalıp yüreğini serinleteninsan bilincinin kritik eşiği aştığı Dünyanın, toplu yok oluşa neden olacak doğal afetlerle karşılaşmayacağını bildirdiği "Korkmayın, Tanrı bunca yol aldıktan sonra sizin bir taş altında ezilmenize izin vermeyecektir" sözleriyle biten mesajıdır.

2013 Şubat'ı başında, aralıklı olarak seminerlerine katıldığı hocasıyla yaptıkları üç günlük çalışma sonunda "abla" değerlendirmelerin yapıldığı final konuşmasında kendini "mezun" ilan eder; "...tüm kusurlarıma karşın ben, tam bu halimle Tanrı'nın eşsiz güzellikte bir parçası olduğuma inanıyorum," der, "iyi, güzel, doğruyum ve tam olmam gereken yerdeyim, burada oluşum bunun kanıtı..."

Bağımlısı olduğu gereçlerden saçılan titreşimlerle kirli, büyük kent insanının boğucu öfkesine karşın, "abla"nın ego'su Sebastian giderek sessizleşirken sağduyusu Basiret Hanım'ın bilge fısıltıları daha net duyulur. Bilgi toplamayı bir yana bırakıp, sezgiyle, yüreğinde ışıldayan huzuru inzivada yakalamış "abla", epeydir sinemada yeni bir söz, bakış, duruş bulamadığı bahanesiyle, 31 yıl boyunca sadakatle izlediği film festivalini boşlayıp 2013 Nisan başı Kuzey Ege'deki evine döner; daha sonra da eşe dosta, yıllardır -içinde ne çok şey öğrenmiş olduğu- sinema salonlarında kaçırdığı nice Nisan için yakınacaktır.

Yeni Dünya'nın Birinci Yılı 2013, herkes ile birlikte "abla" için de, Işık İnsan olma yolunda "yeniden yüklenme" yılı olur: Ay ve Güneş tutulmaları, gün dönümü, gün tün eşitliği, gök cisimlerinin sıralanışları gibi gök olaylarının yeryüzüne aktardığı, bilinçte yükseliş sağlayan kozmik enerjiler/rahmetle -elbet farkındalık, algı, yargısızlıkla... doğru orantılı olarak- Gaia'nın tüm çocukları yıkanır da yıkanır. Mayıs sonunda başlayan, Ezoteriklerin İndigo Devrimi olarak adlandırdıkları, şiddete kahkaha ile yanıt veren Gezi Olayları "abla"ya kalırsa bilincin yükselmekte oluşunun çok belirgin göstergelerindendir.

Dünya Ana/Gaia dalgalar halinde rahmetle yıkanırken Temmuz'un üçüncü haftası ile Ağustos'un ilk yarısını kapsayanAslan Kapısı geçişi "abla"yı çok zorlar; öyle ki, aşırı yüklendiği bir noktada, tavana seslenerek bu kadarını kaldıramayacağını, gerekirse yeniden yüklenip daha hazırlıklı olarak gelmek üzere geçişe hazır olduğunu bildirir. Neyse ki yoga hocasının kendisine aktardığı, -pek içine sinmeyen sonuçları ile değil süreçleriyle kendisini sürükleyen- Jean-Christophe Grange kitapları "abla"nın zihnini epeyce oyalayarak dengesini korumasını sağlar. O aralar, öfkelerine sıkıca sarılmış, TV'leri karşısında beddua edip duran komşularıyla karşılaştıkça, "ben" der, "Allah, bilinçlerini yükseltsin, diye dua ediyorum."

Denize girer yüzer; Gaia'ya, suya, toprağa, ateşe, havaya, öğrenmesini sağlayan iyilik / kötülük, güzellik / çirkinlik, doğruluk / yanlışlığa teşekkür ederek yaptığı uzun yürüyüşlerde "abla", her şey için binlerce kez şükrettiği Tanrı'sına "...dilime doğru sözleri koy" diyerek yalvarır, "ve olması gereken yerde sessizliği..."

2013 Kasım başı'nda"abla"nın izlediği sitedeki bir yazıya göre, "...hem tam hem de parçalı Güneş tutulmasının sağladığı ışık kodları Afrika’yı 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında ona saldıran derin karanlıktan kurtaracak ve tekrar Işığa yükselmesini sağlayacak. Afrika muhtemelen Gezegendeki en ihmal edilmiş kıtadır. Gezegendeki en büyük kıtalardan birinin tarihi hakkında çok şey bilinmiyor, yalnızca İnsan Yaşamının başlangıç noktası olduğu söyleniyor. Afrika orijinal “Mu” idi..." 

2013 Kasım sonu ise Gaia'ya, yaklaşık 26 bin yıl sürecek yeni bir zaman döngüsünün, Kova Çağı'na geçişin enerjilerini aktarır; en büyük korkularından, özgürlüğünü yitirme saplantısını salıvermesine yardımcı olabilecek rahmet dalgasının etkisini kısa zamanda gözleyen "abla", iradesinin kontrolünü şartsız olarak ilk kez Tanrı'ya bırakır ve daha önce bir türlü dilinin varmadığı "bütünün en yüksek hayrı için sevgili Tanrı'm senin iraden olsun" diyebilmeyi nihayet başarır.

2013 Aralık başında okuduğu yazı ise "yaşamın, eski kalıpları tekrarladığını" söyler; "Yeni Dünya'yı oluştururkenalışkanlıklarınızı gözleyin, kendinizden bile beklemediğiniz değişiklikler yapmaktan korkmayın, saçınızı, giyim tarzınızı değiştirebilirsiniz mesela..." diyerek yenilikler yaratmayı önerir. Gecenin bir saati, filmin reklamlara takılan sonunu beklerken, bozulmasın diye oturmadığı divanın yanındaki plastik taburede tünediğini fark eden "abla", misafir odaları geleneğinin neredeyse 50 yıllık izini taşıyan "bozulmasın!" alışkanlığıyla yüzleşir. İlk eylemi, pazardan aldığı yatak takımını, epeydir sobanın yanına taşıdığı yatağına serip "yıkanmadan temiz çarşafa yatılmaz!" kalıbına kafa tutarak banyo yapmadan yatmak olur.

Kendi tarikatının, biricik şeyhi ve müridi "abla", vaktiyle yarattığı, inandığı, kendini yolundan alıkoyan nice engeli fark edip temizleyerek, her geçen günle duygusal açıdan daha dengeli, yaşamla daha uyumlu olur. Bilincinin, sonsuz yükseliş dışında bir hedefi, nihai bir noktası olmayıp spirallenerek yol aldığını sezdiği tekamülünde, sonsuzluk kavramı artık "abla" için eskisi kadar anlaşılmaz değildir.

8 Haziran 2011 Çarşamba

Senbilirsinabla'nın kitap olma macerası

Aralık'ta gittiği Konya dönüşü gördüğü, sardunyalarını yakmış buz fırtınası sonrası kışın nihayet geldiğine hükmeden "abla", arada veranda sefasına izin veren yumuşak havalarda, üç raflı tekerlekli metal sepetine yumulur, kalın kâğıtlara cıvıl cıvıl boncuklar dikip minikartlar üretirken, biri iri diğeri kucak meraklısı ufak köpeğiyle uğrayan komşusu, sohbet arasında ortaya "bir sergi açsak..." fikri atar.

Sitenin "abla"ya bitişik koyunda oturan, çalışkan, girişken, iyi niyetli komşusu, yıllar önce ülkesi Ukrayna'dan Türkiye'ye çalışmaya gelirken geride üç yetişkin kız bırakır. Hastalıklarında refakat ettiği ailenin oğluyla evlenir, bir 8-10 yıl da böyle geçer. Bir önceki kış, gidip Bursa'dan aldığı bebek hindileri -zootekni diploması ile yirmi yıla yakın çiftlik deneyimi olmasa başa çıkılması zor iş- satılacak boya getirme zahmeti arasında, "abla"nın el yapımı kartlarını, kutularını hayranlıkla gözleyip, kendisi de el işlerine yatkın hanımın önerisi, başta girişim özürlü "abla"ya uzak gelirse de, "kışın ne yapıyorsunuz, sıkılmıyor musunuz" diye soruşturan yazlıkçılara yanıt, kendi aralarında ufak çaplı bir kaç günlük sergi fikrine zamanla alışır.

O ara, "abla"nın aklına, -2007'nin üçüncü ayından bu yana yazdığından hacmini kestiremediği-, "senbilirsinabla yazılarını elden geçirip toparlasam, fotokopiyle çoğaltarak, kutuların, kartların yanına bir kaç da kitap koysam mı?" sorusu düşer.

İşin fotokopi boyutunu aştığını fark ettiğinde gider, danışmak üzere Burhaniye'de bir matbaa bulur. Bir kitap da bastıklarından bu konuda deneyimli, iyi niyetli emekli öğretmen, "abla"ya yardımcı olacağını söyler.

2009 yılının -5. aya rastlayan- doğum gününe dek yazdıklarını elden geçirmeye başlayan, bir kaç günlük 19 Mayıs tatili, pazara ok gibi gidip döndüğü hafta başları, komşularının -kendisini Karabaş'la diz dize fotoğraflayıp, el yapımı bir de vazocuk hediye ettikleri- sürpriz doğum günü partisi, yürüyüşlerinin ucunda akşamüstleri uğrayıp -yorgun gözlerini dinlendirdiği ufak molası boyunca- sohbet ettiği komşusu olmasa, "abla", neredeyse aralıksız üç haftadır yazılarına gömülü.

Yaşayıp öğrendiklerini yazarken geniş zaman kullanan "abla", bir yandan da, zamanı -tarih, gün bazen saat de ekleyerek- hassasiyetle belirtirken, kendisi, içinde de olsa, olanların tanığı tekil şahıs rolündedir. Yazıları elden geçirirken yakın tarihine de göz atma fırsatı bulur; ilk yazılarının bol siyah yazılı, ondan bol ünlemli ifadesi, ego'su Sebastian emekliliğe hazırlanırken sağduyusu Basiret Hanım'ın usuldan sesini duyurmaya başladığı aralıkta, yerini, daha sakin anlatıma bırakır. Giderek uzamış paragraf boyu cümlelerini toparlarken, kendisini huysuz ebeveyn gibi didikleyip duran Sebastian susar, zihninde beliren boşlukta "abla" huzurun kapı tokmağını yakalar; "ev yapımı terapi" lâfı boşuna değil.

Önsöz niyetine "senbilirsinabla kimdir? Konsomasyon Taburesi, ...demek isterdim!, Öte yandan... neyin nesidir?" başlıklı yazısını başa taşıyan "abla", "bu yazı da Sonsöz olsun" derse de, bir gece önce haberini aldığı vefat üzerine yeni bir değerlendirme yapar.

Çok sevdiği arkadaşının birlikte oturduğu, kızını beraber büyüttükleri, muhteşem hafıza, muhakeme yeteneği ve sağduyusundan "abla" dâhil hep birlikte faydalanıp aydınlandıkları annesi, defalarca yaşadığı hastalıkları bedenini parça parça eksiltirken yaşama sevincinden toz kadar azalmayan hayata bağlı bilge kadın, bedenli yaşamanın zahmetine daha fazla dayanamayıp kendi geçişini yapar.

Gençliğinde, genç Cumhuriyet'in aydın, sorumluluk sahibi çok çalışkan hemşirelerinden, örnek insan annesine,soracakları, söyleyecekleri olduğunuanlatırken göz yaşına boğulan arkadaşını "abla", “söylenecek sözlerin hiç bir zaman bitmeyeceğini, sevgisiyle yanı başında tuttuğu anneciğinin gidişine -artık- rıza göstermesi, izin vermesi gerektiğini” söyleyerek, kendince avutmaya çalışır. Kryon kitaplarından aklında kaldığına göre, ölümle bedeni terk eden "ruh denilen enerji öbeğinin bir bölümü, ailesini desteklemek üzere geride onlarla kalır"mış.

Böylece kendi geçişinde bile söyleyecek, dinleyecek sözünün tükenmeyeceği fikrine vardığı yeni bilinç düzeyinde, sonsöz'ün anlamsızlığını gören "abla" için bu yazı, konuşmayı seven, karşısındakiyle konuşurken en çok kendine seslendiğini bilen kendisi için, olsa olsa bir ufacık soluklanma molasıdır.

4 Nisan 2011 Pazartesi

"Mor*a çalayım" derken, "abla"nın okuduğu -son- dört mavi kitap: Kryon DNA, Hathor Bilgileri, Tozlu Altın Kafes, Kalp, Nefs ve Ruh

Poyrazın savurduğu sert dalgaların, -ismini şakacı birinin koyduğu kesin- Gemiyatağı Koyu'ndaki iskelelerden birinin ucunu uçurduğu kışın, iki fırtına arası soluklandığı yumuşak günlerinde, takı tasarımcısı müşterisinin siparişi 100 büyük, 100 küçük kutu, 250 torba...ya ara verip, verandada, tekerlekli üç katlı metal sepet rafı yanı başında keyifle, minik kartlara rengârenk, pırıltılı boncuklar işleyen "abla", Şubat'ta bir koşu gidip dönerken İstanbul'dan getirdiği, ikisi hediye dört kitap okur.

Akaşa Yayınları'ndan, Kryon 10. kitap, DNA'nın 12 Tabakası (İçinizdeki Üstadlığın Ezoterik Bir İncelemesi), günümüz teknolojisiyle gözlenebilinen ilk iki ilmeği dışında, boyutlar arası olduğu için görülemediğinden esrarını koruyan diğer on tabaka ile birlikte toplam oniki katmanı, ortalama okuyucunun anlayabileceği biçimde, DNA'yı anlatır. Lee Carroll'un aktardığı, birinci kitaptan bu yana her zaman olumlu, iyimser yaklaşımla bilgiler veren, bu yanıyla felâket tellâllığı yaparak korku ticaretiyle geçinenlerden çok uzak, saygın, sevgi dolu Manyetik Üstad Kryon'dan, "abla" çok şey öğrenir. DNA'da gizlenmiş Tanrı tabakasının adresini verip nasıl aktive edileceğini anlatarak Tanrısallığa bir kapı açan kitabın, sonlarındaki ...merak etmeyin, Dünya'ya meteor çarpmayacak, bir manyetik taklayla kutuplar altüst olmayacak, güneş patlamasıyla kavrulmayacak... mesajına bayılır!

Yine Akaşa Yayınları'ndan, Tom Kenyon ve Virginia Essene'nin aktardığı Hathor Bilgileri, Yükselmiş Bir Uygarlıktan Mesajlar, Mısır'da Altın Çağ'da yaşanan öğretileri aktarır. Sayfa 161'de, Virginia'nın "...Ayrıca, psikologların, enerjiyi kişisel ve meslekî süreçlerinin bir parçası olarak anlayıp uygulayabilmeleri için ne yapmalarını tavsiye edersiniz?" sorusu, ses ve enerji üstadı Hathorlartarafından "Psikoloji, halen Dünya'da uygulandığı şekliyle son derece sınırlıdır. Bizce, onun sonuçları çok sınırlıdır, ve çoğu psikoloğun anlayışı da çok dardır. Psikoloji, çoğunlukla, insanların kendilerine mümkün olduğunca az zorluk yaratacak biçimde toplumlarına uyum sağlamalarını amaçlar. Böylece, burada temel hedef, sadece, uyum sağlamadır. Ve burada uyum sağlanması gereken şey, temelde, insanın potansiyelini baskı altında tutup ezen bir toplumdur. İnsan varlığı, ifade etme ve duygusal ve zihinsel deneyim konusunda psikolojinin kavradığından çok daha büyük bir potansiyele sahiptir. Psikoloji, genelde, dile dayalı ve çok konuşma gerektiren bilinç bölgeleriyle uğraşır ve temel enerji sorunlarını çözmeye çok az zaman ayırır..." denilip, "abla"yı hayran bırakarak yanıtlanır.

Kitabın, Biz Kimiz ve Buraya Neden Geldik, Bir Enerji Sistemi Olarak İnsan, Hisler ve İnsanın Tekâmülü, Açılma Korkusu, Denge Piramidi, Yükselen Sarmal, Kaosta Dengeyi Koruma, Kutsal Ana-Unsurlar, Dayanak Noktası, Ses Bir Anahtardır, Kaderi Değiştirme, Güç Çubukları, Sorulmayan Soru başlıklı bölümleri, "abla"ya kalırsa, DNA'da gizli Tanrısallığa giden yolun kolaylıkla aşılabilmesi için gerekli son derece basit, bir o kadar da etkili önerileri kapsar.

Kuzeninin hediyesi, Doğan Kitap'tan Nazlı Eray'ın yaşamından anıları kapsayan Tozlu Altın Kafes, başlangıçta "abla"ya, tanıklardan Müren Abla gibi, "koca o..." dedirtirken "hem de toplumca tanınan bir adam, ölümünden sonra böylece anlatılmalı mı?" diye de düşündürür. Bir yandan da, tuhaf karanlık bir evde büyüler içinde bile, Pavarotti'nin bir şakıması, balkondaki çiçeklerinin kokusunu taşıyan bozkır esinli serin gece esintisi, güzel bir elbise ile gönlü şenlenen, kalbi kırık içindeki çocukla bir şehre küsüp terk eden, sonra onunla barışmaya, onu kazanmaya dönen, karnından yarılıp, yaşamının bir kaç yılını hastanelerde, susuz acılar içinde geçirirken hayata merakını, ilgisini, neşesini yitirmeyen duru, özgür ruhlu kadına hayranlık duyar.

Paralı kanalın şiddet, kötülük, gürültü patırdı yüklü filmlerinin, televizyonu çöpe koyma niyetini giderek güçlendirdiği "abla"nın, önyargılarını birer birer geride bıraktığı münzevî yaşamında, TV'de atlamadan izlediği, -kızkardeşinin bakmaya bile dayanamadığı- Cüppeli Ahmet Hoca: Flash TV'de Cuma akşamları, 20:25'te Kur'an'dan açıklamalarla başlayan, "...eşinize dostunuza mesaj çekin, para için değil Allah rızası için anlatıyoruz, bundan önemli ne var, birbirinize duyurun..." diyerek ricada bulunan Ahmet Hoca'nın içtenliği, Mehdi tartışmaları sırasında, Hz. Muhammed'in, cemaatinin 1500 yıl hüküm süreceğini... bildirdiğini duyduğu konuşmasında, elli küsur yaşına dek son ve en mükemmel din olduğuna inandığı İslâmiyet'in yeryüzü dinleri arasında biri, olduğunu duyup şaşıran "abla"yı, çok hüzünlendirir.

Bıyık altından gülümseyen sempatik yüz ifadesiyle doğmuşa benzeyen sunucunun 2012'ye getirdiği lâf, deneyimli, konusuna çok hakim, arada sevimli hoş öyküler anlatan Ahmet Hoca tarafından, dağların pamuk topakları gibi savrulduğu korkutucu kıyamet tabloları eşliğinde "...zamanı var..." denilerek, ustalıkla savuşturulur.

Nüfus cüzdanının arkasında İslam yazıyor olsa da, Hoca'nın kıstaslarına göre Müslüman sayılması mümkün görünmeyen "abla", sadakatle izlediği programlarda, zamanların sonuna ilişkin, Batı çevirileriyle pek çok paralellik yakalar. Kullanılan dil biraz farklıdır o kadar; Kryon "bilinç, ışık, boyut..." der, Hoca "şuur, nûr, kat...".

Ahmet Hoca'nın yakındığı, "abla"nın içtenlikle desteklediği kültür emperyalizmine güçlü bir kanıt. Bir önceki yaz, Sufizm gibi içerden bir konuyu, ille de dışarıdan bir gözün tanıklığından okuyan "abla", bu kez, Kaz Dağları'nda, bir önceki Varlığınla Buluşma Şenliği sırasında tanıştığı sevgili oda arkadaşının hediyesi, Gelenek Yayıncılık Sufizm ve Psikoloji Serisi'nden, Prof. Dr. Robert Frager'in yazdığı,sufi psikolojisinde gelişim, denge ve uyum Kalp, Nefs ve Ruh'u okur.

Sufizm'in enine boyuna incelenip, ibret verici öykülerle bezenerek, psikolojiyle karşılaştırmalar yapılarak anlatıldığı kitabın 210. sayfasında, Şeyh Karşısında Edeb başlığı altında, "Cerrahî tarikatında dervişler selamlamak için genellikle şeyhin elini öperler. Bu Orta Doğu'nun her yerinde geleneksel bir saygı işareti olmakla birlikte, bazı Batılılara zor gelir. Ayrıca biz başkalarına saygı gösterme ve herhangi birini kendimizden üstün tutmaya alışkın değiliz. Bu nedenle müstakbel dervişler için el öpme mükemmel bir sınavdır..." denmekte.

"Abla", kültür emperyalizmine itirazı saklı kalmak kaydıyla, bir yabancının bakışındaki bu masumiyeti sever.

*Mor: Bebeklerde bıngıldak denen, daha sonra sertleşip kapanan, Tanrısallığın deneyimlendiği tepe çakrasının rengi.

7 Ocak 2011 Cuma

Kendi tarikatının biricik şeyhi "abla", "zamanların sonu"na bir kala konumunu gözden geçirir.

2011 yılının beşinci gecesi, pek tenha Alibeyköy'de, Kuzey Ege'deki evine dönmek üzere otobüse binmeden, "ben 10 numarayım" diyerek küçük bavulunu uzattığı muavinin "10 numara derken?"yollu şakasına katılan "abla" ağzı kulaklarında yerine yerleşir, önündeki küçük ekranda yabancı bir komedi filmi seçer, izlemeye ve yola koyulur. Uyur, uyanır, mönüye yeni eklenmiş Newage müzik dinler, Susurluk'ta molada yayla çorbası içer, yine uyur, sabaha karşı saat 5:30'da, şoförle muavinin yerini kestiremedikleri, -çift şerit çalışması yüzünden "abla"nın da tanımakta zorlandığı- Karaağaç Köyü'nde iner.

Yazlık sitede çok az kişi kaldığından, bu mevsimde durakta taksi bulamayacağını bilen, cep telefonu da kullanmadığından, yola çıkmadan bağlantısını yapıp aradığı, İstanbul'dan çıkış saatine göre "abla"nın bindiği otobüsün köye 6'da varacağını söyleyen Ali Bey, ortada yok.

Bir sokak lambası altına konuşlanan, poyrazdan korunmak niyetiyle ilk iş iyice sarmalanan "abla"nın ikinci işi yüreğini yoklamak; gurbete İstanbul'a, okumaya gittiği serin pazartesi sabahlarının içini iki kat üşüten yalnızlık, terk edilmişlik, zavallılık karışımı acı hissi yerinde, ne hoş!, yıldızlı gök altında gönlünde hafif bir neşe...
Burhaniye-Ayvalık kara yolu üzerinde, şantiye karmaşası dekorlu caddenin öte kıyısında kahve üzerindeki karanlık eve, zihninden, Ali Bey'i uyandırma sinyali yollayan "abla"nın gözü, fırının kamyonetiyle selamlaştıktan bir kaç dakika sonra, köşeyi dönen taksinin farıyla kamaşır.

Soğuk ama, kullanmadığı odalara yaydığı 25-30 kg. kireç taşı sayesinde nemsiz evine girer girmez yaktığı sobasının sıcak mırıltısıyla içi geçip kestirirken, on günlük İstanbul ziyaretinin mutluluk verici bilançosunu gözden geçiren "abla", 2010 yılının son haftası başında İstanbul'a yollanmadan, birlikte film izlediği sevgili arkadaşından, Sinema Tarih Buluşması'nı haber veren bir mail almıştır.

Kendini yoklayan, -sinema, sıralamasında başlarda yer alıyor olsa da,- "abla"nın, bu kez dileği gayet net: Sinemasever arkadaşına, uzun, derin sohbetler yapacağı birebir buluşmalar düzenlemek niyetinde ve ihtiyacında olduğunu bildiren bir yanıt verir. İnsana bakarak, kendi hakkında uzun yıllar boyu bilgi toplayan "abla", görünen o ki, biriktirdikleri ile kendi senaryosunu yazma, Dünya yaşamında avatarı olduğu kendi tarikatının şeyhi sıfatıyla, "olma" yolunda...

Belirttiği zaman aralığında kendisiyle buluşmayı dileyen arkadaşlarından gelen mailleri sıralayan "abla", damadı ve kızıyla evde, S. Spielberg'in sunduğu, Uzaylılarla temasın anlatıldığı, ortalama birer buçuk saat uzunlukta 10 bölümlük, akıcı-sürükleyici dizi Taken'ı, ihtiyaçlarını bitkisel düzeye indirerek izledikleri iki gün sonunda, buluşmalara başlar.

İlk iki buluşma, "abla"nın "evyapımı terapi" dediği türde faydaya neden olurken, üçüncü buluşmaya Kadıköy Çiya'da, kestaneli, kayısılı leziz Bozbaş ve sumak şerbeti eşlik eder. Kızıyla damadı, arkadaşlarıyla birkaç günlük Amsterdam turuna katıldıklarından "abla", kız kardeşleri ve ortaokuldan kadim arkadaşıyla yeni yıla, havai fişek yerine tabanca mermisi kullanan komşuları sayılmazsa, huzur içinde girerler.

Yeni yılın ilk günü, kalabalık akraba grubunun bir araya geldiği güzel bir gün olur; kuzenlerinden birinin bir ara telefonla Almanca yaptığı konuşmanın, "abla"nın kafasını kurcalayan esrarı, daha sonra muhteşem bir hikâyeyi çerçeveleyerek çözülür.

Birlikte Almanya'ya yolculuk ettikleri sıra, kuzeninin arkadaşı öğretmen hanım, bir ziyaretlerinde, yorgunluktan uyuyakalmış Alman meslektaşı beyin üzerine bir battaniye örter. O battaniye sihirli uçan halı gibi, bugünlerde, yüreği aşkla dolan o adamı, Türkiye'ye taşımaya başlar; arkadaşı öğretmen hanım Almanca bilmediğinden, kuzeni, yanlarında olmadığı zamanlarda onlara telefonla tercümanlık etmekte. Aşka yol açan iyi niyet, "abla"ya kalırsa, güdük bir paragraftan çok daha fazlasını, hacimli bir roman konusu olmayı hak eder.

Bir sonraki buluşmada, Aziz Barnabas'nın kaleme aldığı, havarilerin İsa Peygamber'in sabrını ikide bir, "öğretmen, biz senin dediğini anlamadık!" diyerek sınayışlarını "abla"nın çok içten bulduğu; kuru, katı, ruhsuz Yeni Ahit'te, Aziz Yahya'nın "...ben onun çorabının bağlarını bağlamaya lâyık değilim" sözleriyle İsa'yı müjdeleyişine benzer biçimde, bu kez İsa'nın Hz. Muhammed'i haber verişinin anlatıldığı, -bu özelliği yüzünden apar topar çevrilip basılmışa benzeyen- Barnabas İncili'ni, görüşlerine, deneyimine değer verdiği arkadaşına bırakma ziyareti sırasında "abla", hanımdan, bir belgeselde söz konusu kitabın, Hz. Muhammed'in adının geçtiği yerlerin üst üste bir kaç kez silinip yazıldığının saptandığını öğrenir.

Olmazsa olmaz Tahtakale ziyareti sırasında, ürettiği el yapımı anahtarlıklar için, bin halka aldığı Mercan Kilit Han'dan çıkıp, yılbaşı hediyesi olsun diyerek yaptığı, Hindistan'dan gelme kemik, minik kutular alışverişi sırasında "abla", henüz öğrendiği "para enerjinin gölge biçimlerindendir, pazarlığınızı yaparken bir adım atın, üç beş fazla vererek karşınızdaki lehine bir durum yaratın, açtığınız alanda, bu gölge enerji hareket olanağına kavuşarak hareketlenecek; böylece, tuttuğunuz değil, akışkanlık kazandırdığınız paranın size fazlasıyla dönüşünü sağlayacaksınız"bilgisini, parayla -çoğu zaman arızalı- ilişkisini sınama fırsatı yakalar.

Ayının on hikayesi var, dokuzu armut üzerine... sözünü kanıtlarcasına her buluşmada, edindiği,kendince çok önemli bilgiyi paylaşmak isteyen "abla" anlatır: "Hücrenin yapı taşlarından karbonun yalıtımda kullanıldığını okuduğumda, bildiğim halde, bunun mistiklerin perde dediği şey demek olduğunu yeni fark ettim" der, "bu yalıtım yüzünden insan algısı sınırlı; içinde bulunduğumuz zamanda, Dünyanın yıkandığı yeni ve güçlü enerjiler, yapılarımızı silikat esaslı hale dönüştürecek, kristaller daha fazla bilgi barındırdığından, bizler de yitirdiğimiz yeteneklerimizi tekrar kullanabilir hale geleceğiz."

Kahvaltıda buluştuklarında, "abla"nın, uzun yıllara yayılan dostlukları boyunca her seferinde, sağ bulduğuna sevindiğini söyleyip, bilgeliğinize ihtiyacımız var mesajı verdiği annesi, sevgili arkadaşının sevgisiyle hayatta tuttuğu, muhteşem güzellikte zengin, eski, güçlü ruh taşıyan bir kadın.

Uzun zamandır görmediği bir başka arkadaşıyla buluşması, "abla"nın "aynada gözlerinin içine bak, gördüğünle konuş, onu güzel bulduğunu söyle" diyerek kendisini sevme pratiklerini anlattığı sırada, kendisinin de nereden nereye geldiğini gözden geçirdiği sıcak bir sohbete sahne olur.

Küçük kardeşinin grubuyla da bir araya gelen "abla", eski bankacı arkadaşlarının Küçük Bebek'te açtığı Luna Piena balık lokantasında yedikleri güzel yemek sırasında, güçlü enerjilerle beslenen yeni ay-güneş tutulması günü 4 Ocak'ta, 2011'i planlayıp dilekte bulunurlarken, en gençlerinin, büyük bilgelikle sadece huzur ve neşe dilediğine tanık olur.

Kuzey Ege'ye göçeli son beş yıldır, "abla"nın, İstanbul'a gelip Taksim'e İstiklâl Caddesi'ne çıkmadığı, tek vizyon filmi görmediği -şaşılası- ziyaretinin son buluşması, '75'te grafik okumaya başladığı yıl edindiği arkadaşıyla gerçekleşir. Yola çıkmasına iki saat kalana dek yaptıkları sohbetin asıl konuşmacısı, 25 yıl önce, ikisi arasına küçük poposuyla ite kaka ilişip, annesi "abla"nın -o zaman da gayet işlek- çenesini tutup tutup kendine çevirip, "anne, anne, anne..." diyerek konuşmalarını kıskançlıkla bölen kızı.

Yaşamın ne olduğu hakkında bilgece sezgiye erişmiş genç bir kadın olan kızı, arkadaşına, zamanların sonunda kendi tarikatından kendi şeyhlik deneyimini aktarırken abla", bir zamanlar tek cümlesini tamamlamasına izin ver(e)mediği kızını, sevgiyle, hayranlıkla dinlediğine hayretle tanık olur.